Şairin “…yolun yarısı eder.” dediği yaşa vardığında ömür vadesini bitirmiş, nice uzun ömürlülere nispet eder derecede çokça eserler vermiştir. Ortadan biraz yüksek, uzunca boylu, sağlam yapılı, sivil elbisesi içinde bile asker tavırlı bir adamdı, Ömer Seyfettin. Nasip bu ya; o kısacık ömrü de Osmanlı Devletinin en karmaşık ve hengâmeli vaktine denk gelmiştir. Öte yandan onun hayatında da olduğu gibi ömürleri kısa süren, çok zor ve karmaşık bir evrede dünyaya gelip de genç yaşlarında ölen yazarların birçoğunun hayatı gibi, onunki de eserleri kadar mühim ve ilgi çekici olmuştur. Türk kültürü ve medeniyetinin dil ve edebiyat sahasındaki bu mümtaz şahsiyetinin hem sıkıntılı geçen hayatı hem de öldüğünden kimselerin haberdar olmayışı bunun en çarpıcı örneklerindendir.
Onun hayat hikâyesi, baharın tüm ihtişamını hissettirdiği, yağmurun bolluk bereketlik için göğü esir aldığı güzel bir mart sabahıyla başlar. Cumhuriyetin kuruluşuna yetişememiş, yeni harflerle yazamamış fakat dilin nasıl olması gerektiği konusunda hem yaşadığı devrine hem de gelecek kuşaklara ışık tutan bir mefkûre adamı olmuştu. Yeni bir dil ve edebiyatın yeni bir ruh ve milli bir heyecan yaratacağını görmüş; yeni seslerle kendimizi daha iyi duyacağımıza, onun sadeliğinde ve aydınlığında birbirimizi daha iyi göreceğimize ve birbirimize daha çok bağlanacağımıza gönülden adanmış bir dava adamıydı.
Avrupa’da çoktan tamamlanan millileşme sürecine biz II. Meşrutiyet dönemiyle girmiştik. Trablus ve Balkan harplerinin Osmanlı Devletinin bünyesinde açtığı büyük yaraların acısını devletin kurucu unsuru Türkler daha derinden hissetmişler ve çözüm yolları aramaya başlamışlardı. Türk milletinin imparatorluk anlayışından ayrılarak milli bir devlete doğru gidişini başlatan, İstiklal savaşını da içine alarak cumhuriyetin ilanı yıllarına kadar devam eden zamanda Türk milliyetçiliği hâkim bir düşünceydi. Ayrıca bu yıllarda Türklük şuurunun uyandırılması çalışmalarının büyük bir kısmı edebiyat üzerinden sürdürülmekteydi. Çünkü, bir düşünce hareketinin toplum nezdinde anlaşılabilir ve yayılabilir olması için sanata, en çokta edebiyata ihtiyaç duyulurdu.
20. yüzyıl başlarındaki en önemli meselelerinden biri, büyük değişiklikler geçirmiş olan Türk insanının artık kendini tatmin edecek ve duygularının ifadesini üstelenebilecek bir edebiyata sahip olma arayışıydı. Bu ise ancak milli bir edebiyat ile olurdu. Millî Edebiyat hareketi, bir “yok oluş” karşısında, yenilenerek “var oluş” mücadelesinin edebiyat alanındaki izdüşümüdür. Milli bir edebiyattan bahsedilince de akla ilk olarak Ziya Gökalp Bey ve Ali Canip Bey’le beraber Ömer Seyfettin’in adı gelir.
1909 yılında Selânik’te çıkmaya başlayan, isminden de anlaşılacağı gibi bir edebiyat ve sanat dergisi olan “Hüsün ve Şiir” dergisi Ali Canip Bey’in teklifi ile 1911 senesinde Genç Kalemler olarak değiştirilmişti. “Hüsün ve Şiir” ’den Genç Kalemler’e geçiş, Balkanlar’da hızlı bir şekilde gelişen Osmanlı aleyhtarı milliyetçilik hareketlerinden etkilenen ve milliyetin esasının dil olduğuna inanan Ömer Seyfettin’in Ali Canip Bey’le yakınlaşmasına sebep olur. Ömer Seyfettin Ali Canip Bey’e 28 Ocak 1911 tarihli “…Edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim.” cümlesiyle bir dil ve edebiyat anlayışı meydana getirme konusundaki teklifini taşıyan mektubunu yazar. Mektupta yer alan fikir, Ali Canip Bey aracılığıyla Gökalp’la paylaşılmış ve onun da desteği alınmıştır. Böylece dilde ve edebiyatta değişiklik yapacak üç isim bir araya gelmiş olurlar. Genç Kalemler’i bambaşka bir dergi olarak yayımlama kararını verdiklerinde Ziya Gökalp 35, Ömer Seyfettin 27, Ali Canip’se sadece 23 yaşındadır. Yani onlar gerçekten gençtirler.
Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” makalesiyle dilimizin Türkçeleşmesi, yabancı ögelerden arınması konusunda bilinçli bir adımlar atılmaya başlandı. Bu Yeni Lisan” anlayışı ne Şemsettin Sami Bey gibi doğu Türkçesine dönüşü ne de Mehmet Necip Bey gibi ağızlara dönüşü benimsemiştir. Yeni Lisan, 19. Yüzyıl ortalarından itibaren ilmî alanda başlayan ve fikrî bir akım haline gelmiş olan Türk milliyetçiliğinin daha fazla yayılarak benimsenmesini edebiyat üzerinden sürdürmüş, Türk milletinde bir uyanışı gerçekleştirmişti. Yıllar önce Ziya Paşa’nın “dilde ve edebiyatta tabiîliğe geri dönme” fikri, bir anlamda “Yeni Lisancı’lar” tarafından yeniden ifade edilmiştir. Pek tabi şuurlu bir dil hareketinin prensiplerini içeren yazı, ister istemez aynı paralelde bir edebiyat hareketini de başlatır ve bütün hayatı içine alan bir hareketin adı olarak genişler. Makalenin sonunda ise imza yerine “?” işareti konulmuştur. Ali Canip Bey bu fikrin, Ömer Seyfettin’e ait olduğunu ve Yeni Lisan anlayışının tek bir kişiye mal edilmesine engel olmak gerekçesiyle yapıldığını belirtmiştir.
Yüce bir ideal uğruna hayatın acımasız dalgalarına karşı duran, karışık ve bahtsız bir hayatın içinde çetin günlerden geçerken yar edindiği, eş bildiğinin bile hayrını görmeyen, bu konuda hatıratına yazdığı; “Bir alafrangalık müptelası karşısında kaldığımı anlayınca titredim.” diyerek pişmanlığını dile getiren Ömer Seyfettin, her şeye rağmen inatçı iyimserliğinden asla ödün vermemişti. O günlerde tıp dünyasında henüz keşfedilmeyen şeker hastalığı sebebiyle hayata veda ederken, öldüğünü hastane çalışanlarından başka kimse bilmeyecekti. Ta ki dostları ve arkadaşları bir gazete haberinde kadavra masasında onu tanıyıp belki de büyük bir mahcuplukla sahipsiz kalan naaşını alıp çok sevdiği vatanının toprağına gark edinceye kadar…
Gözlemlerini ve yaşadıklarını duru Türkçesi ile Milli Edebiyat’ın en güzel örnekleri olacak şekilde 150’den fazla esere sıkıştırarak yazdı. Tabiri caizse Dede Korkut hikâyeleri nasıl ki destan geleneğinden halk hikâyeciliğine geçiş kapısı ise Ömer Seyfettin’in eserleri de halk hikâyeciliğine geçişin ilk aşamasıdır. Çünkü o, yıllardır süregelen esatir geleneğini aşmamızı sağlamıştır. Konu çeşitliliğini hikâyeciliğimize katmış, yaşayan, nefes alan hayatı kâğıda aktarmayı başarmıştır. Bu sebeplerle dili, deyişi konusu Türk olan hikâyeciliğimizi biz, bugün Ömer Seyfettin’e borçluyuz.
Yine biz onun eserlerinden “Diyet” ile kula mihnet etmemeyi, “And” ile söze sadakati, “Kaşağı” ile yalan söylememeyi, “Yalnız Efe” ile adaletsizliğe karşı durmayı, “Pempe İncili Kaftan” ile altına serdiğini bir daha sırtına almamayı, “Başını Vermeyen Şehit” ile can verip baş vermemeyi ve “Forsa” ile “Kırk yıl görülen bir rüyanın yalan olamayacağını” öğrendik.
Dostlarına ve sevdiği tanıdıklarına her zaman “cancağızım” diye hitap eden hikâyeciliğimizin “cancağızı” Ömer Seyfettin, bir mart sabahı başlayan kısacık ömrünü kışla yatağı, hapishane yatağı ve hastane yatağının ardından yine bir mart sabahında vatan toprağının yatağında bitirmiştir. Ruhu şadüman olsun…
-Fatih KUTLU-
(GÜNÜN TÜRKÇESİ)