Bir dükkan düşünün. Öyle bir dükkân ki, sadece manevi şeylerin satıldığı ve alışverişte paranın kullanılmadığı. Öyle bir dükkân ki, para yerine eskiden olduğu gibi takas usulünün uygulandığı. Öyle bir dükkân ki, geri iadenin olmadığı.
“Nasıl bir dükkânmış bu böyle” dediğinizi duyar gibiyim.
Diyelim ki, döktüğünüz gözyaşlarına pişman oldunuz ve o gözyaşlarını geri istiyorsunuz. yapmanız gereken, Sadece o dükkâna gidip gözyaşı satın almak. Belki ümidinizi kaybettiniz, belki de anılarınızı ya da azminizi kaybettiniz. Yapmanız gereken, sadece o dükkâna gidip kaybettiğiniz şeyi satın almak. Tabii ki başka bir şey karşılığında. Mesela özgüveninizi kaybetme karşılığında. Ne dersiniz, böyle bir dükkâna gidip alışveriş yapar mıydınız?
Geçen gün dinlediğim radyo tiyatrosunda tam da bu konular geçiyordu. İnsanlar, kaybettikleri ümitlerini, anılarını, boşuna döktükleri gözyaşlarını geri almak için “kayıp şeyler dükkânı” adındaki bir dükkâna gidiyor ve karşılığında kendilerinde var olan bir özelliği kaybediyorlardı, hem de gönüllü olarak. Evet evet gönüllü olarak.
Ben böyle bir alışverişi kabul eder miydim diye düşünüyorum da. Hayır, kabul etmezdim. Çünkü, son yıllarda yaşamış olduğum bazı şeylerden dolayı insanlara olan güvenimi kaybetmeme rağmen böyle bir dükkâna gidip kaybettiğim o güveni geri almak istemem. Çünkü ben o güveni kaybederken, çok başka şeyler kazandım. Öyle ya da böyle bazı kişilere güvenme konusunda acele etmemem gerektiğini, ihtiyatlı olmam gerektiğini öğrendim. Hem de gözüm kapalı güvenebileceğimi düşündüğüm bazı kişilere bile.
Yani kayıp olarak gördüğümüz her şey bir kayıp değildir aslında. Sadece biz o an öyle olduğunu düşünürüz ve buna inanırız. Bu inancımızdan dolayı da kayıplarımıza üzülürüz. Bilseydik ki, kayıplarımız aslında kazançlarımızdır üzülmek bir yana sevinirdik belki de. Neden mi belki? Çünkü her kazanca sevinmiyoruz maalesef.