Hayatın da renkleri var bence. Kırmızısı mavisi, pembesi belki de yeşili. Her biri başka başka güzellikleri temsil ederken, onlara sen bu renk olmak zorundasın baskısı yapıyor muyuz? Hayır. Ama insanlara sen bu kalıba sığmak zorundasın diyoruz. Farklıysan başkasın. Aykırısın. Ayrısın. Aynı olmalısın, değişim göstereceksen ayrışmalısın diyoruz. Değişimi keskin şekilde göstermelisin. İki rengi birden aynı anda taşıyamazsın diyoruz.
Renklerin özüne bakmıyoruz belki de. Hayatın renklerini görürken kaçırıyoruz belki de. Beyaza biraz siyah karışınca gri olur biliyoruz. Siyah beyazı mecbur ediyormuş gibi değil mi? Baskın olan siyah, mecbursun derken beyaza, kendi rengine biraz beyaz karışsa da aslını korumaya devam ediyor. Ama yapısı aynı mı? Yoksa değiştiği için artık başka mı? Değişimi göstermemesi onun zayıf yönü mü? Yoksa örtmeye çalıştığı gizemi, renklerin kendisi mi?
Mecbur bırakılanlar ve mecbur kalanlar hep değişiyor değil mi? Renklere yapamadığımız baskıyı insanlara, hak gören bize bu baskıyı yapabilmeyi reva gösteren ne ola ki acaba?
Her renk birbiri içinde ahenkliyken, her renk özelken, başka karışımlarla yeniden oluşurken kendini dönüştürürken kayıp olacağını yok olacağını bile bile kabul eder bazı şeyleri. Her vazgeçiş bir varoluş belki de. Bizim öğrenmemiz gereken nokta budur belki de.
Biz kabullenmeyi gönlümüzü hoş tutmayı unuttuk bence. Kendimizi unuturken de hayatın renklerini kaybettik. Peki bir konuda hoşnut olmanın kaç farklı gösterim şekli olabilir ki? Bir Akide Şekeri hoşnutluk simgesi olurken kaç farklı anlamı da içinde barındırabilir ki? Gelin Akide Şekerinin hikayesinden kendi rengimizi, Şekerlerin Sultanından hayatın kaybolan ahengini yakalayalım.
Akide Şekerinin Osmanlıya Dayanan Oradan Günümüze Uzanan Geleneği
Rivayete göre, Osmanlı İmparatorluğu`nda ulufe günü, yeniçerilere üç aylıkları dağıtıldıktan sonra saray avlusunda askerlerin hazırlayacağı bir yemek tertiplenirdi. Padişah, sadrazam ve Divanı Hümayun üyeleri öncelikle askerlerin yemeğini tadarlardı. Daha sonra tahta yeni çıkan padişah, Yeniçeri Ağası’nın elinden bir şeker tası alırdı.
Bu şeker bizzat Yeniçeri Ocağı’nda yapılır ve Yeniçeri Ağası tarafından bizzat Padişah’a sunulurdu. Padişah şeker tasını, iki şekilde alırdı. Önce şeker tası tartılır, eğer 400 gram gelirse padişah isterse eliyle alıp yer, isterse de yanında bulunan çeşnicibaşına verir o yedikten sonra kendisi yerdi. Eğer şeker 400 gram gelirse şu anlama geliyordu: “Yeniçeri yeni tahta çıkacak olan padişaha güveniyor.” Bunun üzerine padişahta bu şekeri eliyle alıp yerdi.
Bu da “ben de size güveniyorum” anlamına geliyordu. Eğer padişah güvenmezse “size güvenmiyorum, güvenim eksik” anlamında, onu alır çeşnicibaşına tattırır sonra yerdi. Tas içerisinde getirilen şeker 400 gramdan az ise, bu da yeniçerilerin yani ordunun padişaha güvenmediğine delaletiydi. Bu durumda ise padişahın yapması gereken iki hareket vardı. Ya “her halükârda ben size güveniyorum” diyecek şekeri kendi eliyle alıp yiyecek ya da “ben de size güvenmiyorum” diyerek çeşnicibaşına havale edecekti. İşte bu işleme akitleşme denirdi.
Bu yüzden de şekere Akide Şekeri denildi. Bu işlem bittikten sonra divan önünde “Fetih Suresi” okunurdu. Bu gelenek, Akide Şekerini uzun yıllar halk arasında dirlik, düzen ve huzurun simgesi yaptı.
IV.MURAT’IN CÜLUSTE UYGULADIĞI İLGİNÇ UYGULAMA
IV Murat tahta çıkarken yukarıdaki bütün bu uygulamaların dışında ilginç bir şey oldu. Yeniçeri Ağası çocuk yaşta tahta çıkan padişahın tam güven vermediğini yine valideleri tarafından idare edileceğini düşünerek şekeri 350 gram olarak kardı ve padişaha öylece sundu.
Padişah ise beklenilenin tam aksine farklı bir uygulama yaptı. Akide Şekeri’nin ortasına kırmızı kalemle bir çizgi çekti ve sonra eliyle alarak şekeri yedi. Bu şaşırtan ve ilk defa uygulanan bir gelişmeydi. Ama manası açıktı, Padişah siz bana güvenmeseniz de ben size güveniyorum mesajı veriyor fakat ortasına çektiği kırmızı çizgi ile de “Herkes sınırını bilecek” mesajını vurgulamak istiyordu. Böyle yaparak hem annesine hem de yeniçeriye büyük bir mesaj vermişti.

Öyle ki IV.Murat bunun ne demek olduğunu genç yaşta olmasına rağmen ordusuyla Bağdat ve Revan seferinde göstermiş oldu. Ordu genç padişaha güvenerek onun komutanlığında savaşa gitmiş ve başarıyla dönmüştü.
Büyüklerinizin evini ziyarete gittiğinizde cam kavanozlarda saklı rengarenk akide şekerlerini görmüşsünüzdür. Eskiden bayramlarda, misafirliklerde en çok ikram edilen şekerleme de Akide Şekeriydi.
Eskiye dair bir mum yanıyor içimde benim. Sönmesini beklerken daha da harlanıyor alevi. Mis kokusu salınıyor etrafa. Farklılıkları hatırlatıyor bana yapısı. Yanarken tükeniyor. Tüterken soluyor. Sonra düşünüyor gibi. Biliyor bazı şeyleri. Dayanıklı aslında. Yıldızlardan parlak değilsem de aydınlatmaya geldim seni diyor.
İçinden çiçeğine sesleniyor alevler. Uzatırım kollarımı sararım seni diyor. Kendi yüküm bana ağır gelse de senin yüklerini omuzlarım ben. Hayat çentikler atar gövdeme. Sıcaklar yakar bedenimi. Oyuklar açar içimde. Ben daha güçlü olurum. Bir boy daha veririm diyor. Her yıl gücüm artar. Her yaş bana bir hayatla daha gelir. Çiçeklenir ruhumun her yanı. Açar pembelerim, karışır beyazlarıma. Mum Çiçeği derler bana.
Sen karışırken ruhunun yarasına, başkalaşmadan kalma. Ama geçmişi unutma. İçindeki yara, güveni alevlendirsin sen de. Kazanlarda yüreğini kaynatmışlar gibi bir his, biliyorum. İçin yanmışta soğumanı beklerken bir de çiviye takmışlar seni gibi bir hal. Bitenlerden sonra ne kadar yandığımı görmeden değişmişsin dediler. Eski sen değilsin. Farklısın başkasın ayrısın. Hayatta göreceğin farklılıklara da her şey dahil bu yaşam.
Isındıkça başkalaştım tabi. Değiştim ben. Ne yaşadığımı bilmediniz. Ne kadar yandığımı görmediniz. Ne kadar piştiğimi de. Sürecimi bilmeden sonuca olmuş diyemezsiniz. İçme katılanlarla ne hale geldiğimi görmeden bilemezsiniz. Tek tip değilim ki ben. Bin bir çeşidim, farklı aromalarım, rengarenk görüntülerim var benim. Tek renk olmak zorundasın diyemezsiniz bana. Her rengi içimde taşımayı da onları göstermeyi de bilirim ben. Renklerin ahengini kaybetmesine de izin vermem. Veremem.

Ben kim miyim? Şekeri içinde bağlılığın. İşte o benim. Akide Şekeri benim adım. Sen kim misin? Bir adet mum içinde çiçek. Mum Çiçeği de sensin işte.
Cam kavanozlara koyarlar seni. Ben gibi. Sen hiç yanmam sanırdın. Ben de öyle bilirdim. Sonra geçip geldiğim yolu unutmadım. Sen yanıp geldiğini unutmadın. Geride kalanlar senden kopanlar oldu hep. Şekillenirken vazgeçişlerin oldu hep. Ama son halin, önceki senden. Çiçeklenmeden önce ki süreç hep en zoru olurken renklerin ahengi yeniden düzenleniyor hayatta.
Hayat bir akide şekeri sanki. Akide şekeri misali. Rengarenk ama sanki tek renk. Hep bir geçmiş ama hala süren gelecek. Hep bir bilmişlik ama aslında yanmışlık, pişmişlik. Unutmuşken bazı şeyleri bir olmayı mesela. Başarmalıyız sanki. Öğrenmeliyiz farklı olan ayrı değil. Farklı olan da bizden. Öğrenmeliyiz. Yanarken olanları öğrenmeliyiz. Öğrenmeliyiz bazen hedeflerin yoldan sapmalardan sonra bulunacağını. Bir dalı kırmadan ona usulca uzayacağı yolu göstermeliyiz.
Bir kelebekte var olan çeşitli renklerin ahengini unutup tek tipleşirken kaçırıyoruz. Etkilediğimiz insanlarla etkilendiğimiz insanların farklılıklarına bakmayı kaçırıyoruz. Farklı olana bakmazken kendimizi kaçırıyoruz. Bağlılıkların kıymetini, gönüllerin birliğini unutuyoruz. Renkleri tek tipleştirmeden kavanozlarda saklamadan ama unutmadan, noksan bırakmadan hayata katalım bence.
Kaynak:
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ramazan-basan/akide-sekerinin-osmanliya-uzanan-tarihi-41588032
Fotoğraf Kaynak: https://turkmutfagicom.blogspot.com/2012/06/akide-sekerinin-hikayesi.html