Ahhh… Gözümden düşmesin diye avuçlarımızı açtığımız, parmaklarımızı sıkı sıkıya tuttuklarımız… Ahhh!
Nasıl da kesip attınız parmaklarımızı, yüreğiniz cızlamadan…
Oysa çok iyi biliyordunuz bizi kanın tuttuğunu.
Kanı bırak, parmaklarımızı mengeneyle ezdiniz.
Neyi mahvettiniz bilir misiniz?
İnsanlığı, sevginin üzerindeki tüm tonları, güvenin vurgularını, tutkunun tutunduğu tüm dalgaları… Birer ruhsuz denizlere çevirdiniz.
Tramvayda yanında oturan, simsiyah sakalları ara ara kırlaşmış genç adam; her gün kahve içtiğin yan komşun; çocuğunun öğretmeni belki de…
Neden gözlerinin ışıltısı matlaşmış, bilir misin?
Hepsi yüreğini elleriyle boğmuş, ciğerlerini kanatmış; bir ciğersiz celladın eseri…
Evet ya! Kangren olmuş bir hayatın nöbetçileriyiz. Zifiri bir çaresizlikle kayboluyoruz kendi karanlığımızda…
Sonra, ah o yılmayan sevdakâr tavrınız… Düşünce aklımıza, yeniden yaşam alanımızda yerimizi alıyoruz.
Gülüyorum bu iştahsız tavrınıza, açgözlü aşk cellatları sizi…
Puslu, yarı kirli bir umutla hayata sarılma sebebimizsiniz.
Yenik ama yenilmedik diye inatla başımızı dimdik tutuyoruz…
Zaman dolunca “Evet, ben terk etmedim sevdakâr alanımı” diyecek kadar da alnımız kar gibi.
Vazgeçmedik.
Biz vazgeçmedik hayattan.
Geçsekte bir vedayı esirgemezdik, giderken bir vedayı da esirgemeyiz.
Ey dünya, sen ne kadar yan çizsen de insanlığa,
bu gül yine de benden sana…
Ve aslında bir merhabayı esirgeyenler değil miydi bizi bu suça iten. Kaleminize sağlık olsun.