Sobalı Evlerin Çocuklarıydık Biz…
Bir zamanlar, televizyonun İstiklal Marşı’yla açıldığı, akşam ezanının çocuk seslerini susturup sokakları boşalttığı, soba üstünde kestane patlayan, çamurdan pasta yapılan bir devrin çocuklarıydık biz. Ne kadar uzak, ne kadar yakındı o günler… Kulağımızda hâlâ sobanın çıtırtısı, gözümüzde toprağa dizimizi sürtünce acıyan ama eve dönünce unutulan yara izleri.
Her sabah penceremizden süzülen ışık, sobanın yavaş yavaş harlanan sıcaklığına karışırdı. Sobanın üstünde bir çaydanlık kaynar, yanına bazen bir tencere kuru fasulye eşlik ederdi, bazense annemiz kabuklarını soyduğu portakalın kabuklarını koyardı, ev miss gibi kokardı. O koku, sadece meyve değil, güvenin, huzurun, evde olmanın kokusuydu.
Kış, bizim için sadece soğuk demek değildi. Sobanın etrafında dizilmiş çoraplarımız kururken biz, çizgi film kuşağını beklerdik. Çanak yoktu evde.. Olması da gerekmiyordu zaten. TRT 1 ne verirse biz oyduk
Bizim evde yükseltici vardı, televizyon açılmaz, kurulurdu o gün, Diziler, programlar, her biri küçük dünyamızın büyük hikâyeleriydi. Komşunun evinde çanak varsa, orası bizim gizli sinema salonumuz olurdu. Ayaklarımızda terlik, elimizde bir tabak çekirdek, dizilerin saatini beklerdik. Ekranda bir aile ağlıyorsa biz de iç çeker, bir çocuk gülüyorsa bizim dudaklarımız da kıvrılırdı yukarı.
Biz milyonluk çocuklardık. 1 milyonla kocaman bir cips alırdık mesela. Gerçekten kocamandı! Torbanın içinde hava değil, cips olurdu. Üstelik tek başına bitiremezdin; paylaşmak gerekirdi. Cipsin içinden çıkan tasolar vardı; üzerinde çizgi film kahramanları, futbol takımlarının amblemleri… Biriktirdikçe kıymetlenirdi insanın gözüne. Mahallenin kralı, en çok tasoya sahip olandı. Okulda teneffüs zili çaldı mı, hemen çantadan çıkarılır, beton zeminde tıkır tıkır tokuşturulurdu. Kaybeden yenisini almak için hafta sonunu iple çekerdi.
Bir de sakızlar vardı… Küçücük, şekerli, dişe yapışan ama dünyanın en değerli sakızlarıydı. Çünkü içinden futbolcu kartları çıkardı. Kimi çikletlerde ise “yazı tura” gibi kazımalı kartlar olurdu. Parmağınla silince, altında “Bir Sakız Daha” yazarsa, bayii dönüşü garanti demekti. Bazen de hayalini kurduğun futbolcu çıkardı içinden. Altın gibi saklanır, gösterişle takas edilirdi. Takımlar kurulur, takas pazarları kurulurdu mahalle aralarında. Her kartta bir hayal, her takasta bir pazarlık vardı.
Tüm bunların ortasında “imza ahid” vardı. Belki herkesin adı farklıydı o oyunda ama hepimiz parmaklarımızı birbirimize değdirip “bir daha bozmamak üzere” söz verirdik. O an dünyadaki en ciddi yemin oydu. İmza atmak, kardeşlikti. Saklambaçta seni satan biri, o gün imza ahid bozmuş olurdu; affı zordu!
Evimize çanak alındıktan sonra,Kral TV bizim için ayrı bir evrendi. Geceleri kapanır, sabahları açılırdı. Sevdiğimiz bir şarkı çıkacaksa, saatine bakar, dakikalarca ekranın köşesindeki zamanlayıcıya kilitlenirdik. Şarkı başladığında ise dünyanın en büyük konserindeymiş gibi hissederdik. Ne para verdik o şarkılar için, ne bilet aldık. Ama kalbimizle bekledik, kulaklarımızla alkışladık.
Sokak bizim oyun odamızdı. İp atladık, seksek oynadık, lastik gerdik, top peşinde koştuk. Çamurdan pastalar yaptık, taşlardan düğün masası kurduk. Dört mevsim dışarıdaydık ama hiç üşümezdik. Moraran ellerimize ayaklarımıza, sırılsıklam olan üstümüze aldırış etmeden oynardık sokaklarda.
bir kural vardı: Akşam ezanıyla evde olacaksın. Mahalleye ezan sesi çöktüğünde, herkesin yüzünde bir tur daha atabilir miyiz” ifadesi olurdu ama terlik riski büyük olduğundan kimse şansını zorlamazdı. Koşarak eve döner, nefes nefese girerdik kapıdan içeri.
O yılların evleri küçüktü ama içi büyük insanlarla doluydu. Duvarların sesi vardı, eşyalar hatıralarla konuşurdu. Perdeler rüzgârla dans ederdi, biz onları alkışlardık. Sobalı evde yaşamak sadece bir ısınma biçimi değildi, o, aynı odada nefes almak, aynı battaniyeye sarılıp aynı masalda uyumak demekti.
Ne yemek söyleyecek bir ortam, ne de gidip oturacak bir kafemiz vardı. Yemekler tek çeşitti.
Mercimek çorbasına limon sıkar, içinede sobada kızarmış çıtır ev ekmeğini doğrar yerdik, içimiz ısınırdı.
Annem bakkaldan aldığı yarım kilo pirinci pilav yapar, yanında çoban salatayla koyardı önümüze. En kral yemekti bizim için.
Sebze bahçeden olunca, salatanın tadıda başka oluyordu.
Ah o yer sofraları ne güzeldi…
Bugün çocuklar tabletle oynuyor, oyunlarını indiriyorlar… Bizse yeri kazıyıp oyun çıkarırdık. Onlar dijital kahramanlarla maceraya atılıyor; biz, sokağın başından gelen top sesini duyunca heyecanlanırdık. Onlar kulaklıkla müzik dinliyor, biz televizyonun köşesindeki saate bakıp bir şarkıyı saatlerce beklerdik. Onlar çevrimiçi oluyor; biz “Dışarı çıkıyorum, arkadaşlara gidiyorum” notu bırakırdık masaya.
Zaman değişti, biz büyüdük. Ama ne zaman bir soba çıtırtısı duysak, bir televizyonun açılış melodisi gelse kulağımıza, ya da bir çocuk çamurdan pasta yapsa… İçimizde bir şey sızlıyor. Güzel bir şey. Acı değil. Özlem gibi. Sıcak bir anı gibi.
Ve işte o zaman diyoruz ki:
Biz sobalı evlerin çocuklarıydık. Ve o zamanlar geride kalsa da o soba hâlâ yanar içimizde
MİİSAFİR YAZAR ESMA SÜLÜ‘NÜN KALEMİNDEN