SESSİZ MİRASLARIMIZ

Bu yaz tatilinde, Kayseri’nin tarihi mekanlarında yürürken, Elaziz’in tarihi semtini gezerken duvarlara dokundum. Her taşın sanki bir dili, her pencerenin bir hikâyesi vardı. Güneş, asırlık taşlara vurdukça geçmişin sıcaklığı, samimiyeti ve güveni bugüne siniyor gibi hissettim. Ancak günümüze gelince bu duyguların azaldığını görebiliyoruz. O an fark ettim ki: Kültürel miras dediğimiz şey, aslında kim olduğumuzu hatırlatan bir hafıza defteriymiş. Biz unutsak da o taşlar, o yapılar, o ezgiler, o gelenekler bizleri hatırlamaya çağırıyor.

Kültürel miras aslında sadece bir caminin kubbesinde, penceresinin vitrayında, bir medresenin odalarında, tarihi evlerinin mimarisinde değil…. Annelerin çocuklarına söyledikleri ninnide, yaşlı amca veya teyzelerin anlattığı masallarda, eser ustalarının el emeğinde gizlidir. Bugün ise bu miras, hızla değişen dünyanın gürültüsü içinde yavaşça kayboluyor. Dijital çağın baş döndürücü hızında, elimizdeki telefon ekranları geçmişle aramızdaki duvarlara dönüşüyor ve aşılamaz boyutlara doğru gidiyor.  Oysa kültürel miras, bir milletin en sağlam köküdür. Kökleri zayıflayan bir ağacın nasıl ayakta kalması güçse, geçmişinden kopan toplumlar da aynı kaderi paylaşır. Tarihin bize bıraktığı eserler, bir milletin ruh atlasıdır. Göbeklitepe’nin taş sütunlarında insanlığın ilk inanç kıvılcımı saklıdır; Kapadokya’nın mağaralarında inancın sabrı, Safranbolu’nun evlerinde komşuluğun inceliği, Harput’ un kalesinde savunma ve mücadelenin gücü… Hepsi birer sessiz öğretmen gibi bize kim olduğumuzu anlatır. Onları korumak, yalnızca duvarları onarmak değildir; o duvarların içindeki anlamı yaşatmak demektir. Çünkü kültürel miras, restore edilmekle değil, anlamı yaşatılmakla hayatta kalır. Kültürel miras, bizi bir arada tutan görünmez bir bağdır. Aynı sofrada toplanmamızı, aynı türküde duygulanmamızı, aynı bayram sabahında sevinmemizi sağlayan ortak bir bellektir. Ne yazık ki günümüzde globalleşen dünyamızda, “modernleşme” çoğu zaman “yabancılaşma” ile karıştırılmaktadır.  Betonlaşan şehirler, unutulan gelenekler, yabancılaşan bireyler olarak geçmişi reddederek modern olunmaz; aksine geçmişin değerlerini çağın bilinciyle yeniden yorumlayarak modernleşme olur.

İşte tam bu noktada benimde çok önemsediğim Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, kültürel mirasın yalnızca korunmasını değil, yeniden yaşatılmasını hedefleyen bir eğitim anlayışıyla öne çıkıyor. Bu model, geçmişin köklü değerlerini çağın gereklilikleriyle buluşturarak öğrencilerin kendi kimliklerini tarihsel ve kültürel bir bilinçle inşa etmelerini sağlar. Ders içeriklerinde yer alan kültürel miras vurgusu; dil, sanat, edebiyat, gelenek, inanç ve ahlak gibi unsurları yalnızca öğrenilen bilgi olmaktan çıkarır, yaşanılan ve yaşatılan bir değer hâline getirir. Böylece Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin bir yandan medeniyetimizin köklerini çocuklara tanıtırken diğer yandan o köklerden beslenen bir gelecek inşa edebileceğine inanıyorum. Bu yaklaşım sayesinde geçmişin kültürü sadece tarih kitaplarında kalmayıp öğrencilerin yaşam biçimine, düşünce dünyasına ve üretkenliğine yansıyacaktır. Kısacası, bu modelin kültürel mirası müze vitrinlerinden çıkarıp hayatın tam kalbine taşıyacağı ümidindeyim.

Toplumsallıktan bireyselliğe geçtiğimizde de kültürel miras önem arz etmektedir. Bu anlamda kültürel miras insanın kendini tanımasının, bilmesinin bir yoludur. Her birimiz kendi aile hikâyemizde, konuştuğumuz dilde, kullandığımız atasözlerinde bu mirasın izlerini taşıyoruz aslında.  Bunları fark etmek, yalnızca kültürel değil, kendimizi tanımamız adına bir farkındalıktır. Ancak farkındalık tek başına yetmemeli, günümüzde kültürel miras, savaşlardan, göçlerden, iklim krizlerinden ve ilgisizlikten büyük yara almaktadır. Tarihi yapılar yıkılıyor, yerel diller unutuluyor, zanaatlar yok oluyor. Bu kayıplar sessizce gerçekleşiyor çünkü çoğu zaman önemsiz sanılıyor. Bence bir dilin yok olması, bir ağacın kesilmesi gibi olup hem gölgesini hem kökünü kaybediyoruz. Burada hepimize görev düşüyor, kültürel mirasın korunması yalnızca devletlerin ya da kurumların işi değil; her bireyin insanlık borcudur. Evimizin duvarına asılı eski bir fotoğrafı saklamakla, köydeki tarihi çeşmeye sahip çıkmakla, unutulmaya yüz tutmuş bir türküyü yeniden söylemekle görevlerimizi yerine getirmeliyiz.

Unutmayalım ki, geleceğe bırakacağımız en değerli miras, geçmişimizi hatırlama biçimimizdir. Eğer bugünün çocuklarına taşlarda yankılanan o sesi duyurabilirsek, ne mutlu bizlere. O yüzden bir soralım kendimize: Bizden önce gelenlerin sesine kulak veriyor muyuz? Yoksa o ses, taşların arasında yankılanarak yavaş yavaş susuyor mu?  Kültürel miras, aslında bize “ben buradaydım” diyen geçmişin fısıltısıdır. O sesi duymak ve duyurmak, yalnızca geçmişi onurlandırmak değil; geleceğe kök salmaktır. Vesselam

                                                                                                         Fethi Ahmet ÖNER

Araştırmacı / Eğitimci / Yazar

fethiahmetoner@gmail.com

Related posts

Leave a Comment