ZAMANDA YOLCULUK ZAMANI 4

Bölüm 04:

“Geçmişteki Gelecek”

Bir yandan çevrelerini kolluyor, bir yandan da şehre doğru ilerliyorlardı. Sağa sola bakınarak ilerlerken Asya yolları göstererek:

“Arkadaşlar, çok garip değil mi? Yollar hep döşeme taşlar ile yapılmış. Asfalt yol falan yok buralarda. İlerde görünen binalarda bir veya iki katlı. Şu uçan araçları saymazsak gelecek zamanda olmadığımıza yemin edebilirim.”

Suhan, çantasından çıkardığı dürbün ile gidecekleri yönü izlerken bir yandan da Asya’ya laf yetiştiriyordu:

“Dediklerin doğru gibi görünüyor ama köy benzeri yerleşimsiz bir yerde de olabiliriz. Teknoloji gelişmiş ama medeniyet uğramamış da olabilir.”

Oğuz, biraz tedirgin:

“Bakalım insanlarla karşılaştığımız zaman neler olacak. Aynı dili konuşabilecek miyiz. Nerede ve ne zamandayız acaba…”

Asya gülerek Oğuz’a baktı:

“Zamanda yolculuk yapıyoruz. Bakalım insanlar bizi görebilecekler mi? Bakarsın hayaletler gibi gelip gideriz.”

Suhan ciddi bir ses tonuna bürünerek:

“Yere basıyor ve görebildiğimiz herşeye dokunabiliyoruz. Yani buradayız. Hem bize doğru gelen atlılar var, dikkatli olalım.”

Hepsi birden kendilerine doğru yaklaşan atlılara dikkat kesildiler. Oğuz;

“Kaçalım, saklanalım.”

Diyecek oldu. Ama Suhan kısık bir sesle:

“Geç kaldık. Konuşabilirsek yolcuymuş gibi davranalım. Yolumuzu kaybettik falan …”

Atlar oldukça iri cüsseli, eyer ve koşum takımları da oldukça süslerle doldurulmuştu. Üzerlerindeki üniforma benzeri kıyafetleri asker olduklarını belli ediyordu. En öndeki ve diğerlerinin konutanı olduğu belli olan atlının beline takılı tüfek benzeri bir silahı, diğer belinde de sapı oldukça uzun bir kılıç vardı. Hepsinin saçları yaklaşık çene hizasında, bıyıkları da oldukça uzundu. En öndeki komutan elleriyle ‘Dur’ işareti yaparak:

“Durun, nereden gelip nereye gidersiniz?”

Hepsi şaşkınlıkla birbirlerine bakarlarken Suhan:

“Biz şeye gidiyoruz…”

Diye kekelerken konutan söze girdi:

“Siz de tanrılara karşı başlatmış olduğumuz savaşa katılmak için gelen gönüllülerden misiniz?”

Suhan arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında:

“Evet, ama nereye gidip ne yapacağımızı bilmiyoruz.”

Komutan üç askerine işaret ederek:

“Üçünüz dostlarımızı gönüllüler merkezine götürün.”

Dedi. Askerler hemen Suhan’ı, Asya’yı ve Oğuz’u atlara bindirerek şehre doğru yöneldiler. Suhan merakla yanındaki askere:

“Biz gelirken üç tane hava aracı geçiyordu. Sizlerin öyle hava araçlarınız yok mu neden atlara biniyorsunuz?”

Diye sordu. Asker arkasını dönmeden:

“Onlar tanrıların arabalarıdır. Göklerden gelip yine göklere o araçlarla giderler. Aralarında dostlarımız olduğu gibi düşmanlarımız da var. Ve şimdi düşmanlarımıza karşı savaş zamanı. Dünyamızdaki tüm değerli madenleri götürmek istiyorlar. Dost tanrılarla birlikte onlarla savaşacağız.”

Suhan, şimdiye kadar mitolojik hikayelerde duymuş olduğu şeyleri bizzat yaşamanın şaşkınlığı içerisinde kaldı. Daha fazla şey öğrenmek istiyordu ama nasıl soracağını da bilemediğinden susmayı tercih etti.

Biraz sonra büyükçe bir binanın yanında durdular. Üst üste konmuş ve her katı alttakinden daha küçük, piramiti andıran garip bir yapıydı bu. Yedi katlıydı ve en üst katı 70 metrekarelik bir daire büyüklüğünde görünüyordu.

Atlardan inerek binaya girdiler. Bir üst kata çıktılar. Burada geniş salonları andıran odalar vardı. Okul sıralarına benzer oturaklar ve masalarda insanlar oturmuşlar bekliyorlardı. Suhan, Asya ve Oğuz da bir masaya oturdular. Kendilerini getiren askerler;

“Birazdan gelip sizlere gerekli bilgiyi verecekler.”

Diyerek oradan ayrıldılar.

Asya:

“Herkes Türkçe konuşuyor. Biraz farklı gibi de olsa süper.”

Oğuz Asya’ya bakarak:

“Tarihçiler farklı isimler vermiş olsalar bile bölgenin halkı tarih boyunca Türk unsurlarından oluşuyor zaten. İskitler, Sümerler… Anlatılanlara bakarsak ya Hindistandayız, ya Sümer ya da Babil zamanları olmalı. Türkçe konuşulduğuna göre Hindistan olamaz.”

Suhan çevresine bakınarak:

“Birileriyle konuşursak durumu daha iyi anlayabiliriz.”

Dedi. Bu arada masalarına iki kişi gelip oturdular. Tipleri askerlerinkine benzeyen adamlardan biri;

“Silah dağıtıldı mı? Sizler silahlarınızı aldınız mı?”

Diye sordu. Suhan başını iki yana sallayarak:

“Hayır. Henüz silah almadığımız gibi ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Yeni geldik buraya.”

Dedi. Bu sırada salona üç kişi girdi. İkisi askerlerin komutanlarına benziyorlardı. Ama üçüncü kişi askerlerin iki katı boyunda ve çok iri cüsseliydi. İri cüssesi dışında sempatik bir görünüşü vardı. İnsanı korkutmuyor ve sevimli görünüşüyle de güven veriyordu. Sakalları ve bıyıkları yoktu ve parlak bir yüze sahipti.

Komutan salondaki insanlara seslenerek:

“Şimdi sizlere dost tanrılardan gelen silahları dağıtacağız. Kuleyi çevreleyen tepelere yerleştirileceksiniz. Düşman tanrılar göklerden gelip saldırdıkları anda hem kuleden hem de çevreden saldırarak onları dünyamızdan tekrar göndereceğiz.”

Oğuz düşünceli bir şekilde etrafına bakarken:

“Bunları okumuştum. Mitolojik hikayeler gibi ama nükleer savaşı andıran şeylerdi. Bir devrin yok oluşuna şahitlik edeceğiz galiba.”

Asya sesini kısarak:

“Biz de bu devirle birlikte yok olmayalım da…”

Aytunç elindeki kristal piramitin tozlarını silerek masaya yerleştirdi. Biraz kafasını kaşıyarak düşündü. Cep aynasını açarak piramite yaklaştırdı. Aynada Asya, Oğuz ve Suhan’ın görüntüleri belirdi.

-Bölüm Sonu-

Mesut Hekimhan

Eğitimci Yazar

mesuthan@gmail.com

Related posts

Leave a Comment