PARDESÜ

Bir haftadır mağazaya uğrayan dokuzuncu müşteri de alışveriş yapmadan dışarı çıktı. Mithat bey biraz gergin bir yüz ifadesiyle mağazanın arka bölümüne doğru ilerledi. Müşteri ile yaklaşık on dakikadır ilgilenmiş olan Duygu giriş kapısının solundaki masasına oturdu. Giden müşterinin ardından dışarı baktıktan sonra yavaşça başını eğerek kısık gözlerle patronu Mithat beyi süzdü. Son zamanlardaki durumlar onu da tedirgin ediyordu.

Son üç aydır işler iyice durağanlaşmış, satışlar gün geçtikçe azalmıştı. Şehrin en işlek caddelerinden birinde olmalarına rağmen insanlar gelip geçiyorlar ama mağazanın camlarını seyretmekten başka da hiçbir şey yapmıyorlardı. Tek tük içeri girenler olsa da birkaç kıyafetin fiyatını sorup çıkıyorlardı.

“              Duygu yerinden kalkarak vitrine doğru ilerledi. Koyu renkli montları ve pardesüleri camın önünden alarak renkli olanları candan ilk görülecek şekilde yerleştirdi. Renkli kıyafetlerin daha çok dikkat çekeceğini düşünüyordu. Bu konuyu daha önce Mithat beyle tartışmışlar ve Mithat beyin istemesiyle koyu renkli kıyafetler vitrinde ön planda sergileniyorlardı. Duygu yerine dönerken biraz ürkek bir halde Mithat beye baktı. Patronunun da kendisine baktığını görünce;

“Biraz da böyle dursunlar, belki etkisi olur.” Dedi ve yerine oturdu. Mithat bey de Duygu’nun yüzüne bile bakmadan sokaktan geçenleri seyretmeye koyuldu;

“Hepsini denedik. Yeni ve kaliteli mallar da geldi. Ama işler geçen seneki gibi değil. Günlük satış yapamadığımız sürece sonumuz pek iyiye gitmez.”

Duygu cep telefonunu alıp sosyal medya hesabını açtı. Sağ eliyle telefonu havaya kaldırarak kamerasını kendine doğru çevirdi. Ekranda kendisiyle birlikte patronu Mithat bey belirdi.

“Gülümseyin. Birazcık reklam iyidir.” Dedi ve Mithat beyin hafifçe gülümsemesiyle birlikte ekrana dokundu.

“Sosyal medya hesaplarımda yer bildirimleri  yapayım, insanlar buranın varlığından daha çok haberdar olurlar böylece.”

Mithat bey Duygu’ya dik dik bakarak;

“Kırk yıl önce kurmuşlar babamlar burayı. Önce terzi olarak başlamışlar mesleğe. Yıllar içinde terzilik ve kumaş toptancılığıyla büyütmüşler dükkanı. Hazır kıyafetler çoğalıp terzilik önemini kaybettikçe biz de bu işlere girmişiz. İsmimiz marka olmuş bu şehirde. İnsanlar çoğaldı, ihtiyaçlar değişmedi ama satışlar duruldu. İhtiyaçtan çok fuzulî harcamalar fazlalaştı. Bir çözüm bulamazsak bahara kapatmak zorunda kalırız burayı.”

Duygu telefonunu çantasına yerleştirirken  alt dudaklarını ısırmaya başladı. ;Elini çenesine dayayarak koltuğuna gömüldü ve öylece kaldı. On aydır burada çalışıyordu. Üniversiteyi kazanamamış ve herhangi bir mesleği de yoktu. Nasıl olacaktı ki? Ortaokulu bitirdikten sonra lise giriş sınavlarında başarılı olamamış ve ailesi de onu açıköğretimde okumaya zorlamıştı. Belki bir meslek lisesinde okusaydı en azından ne iş arayacağını bilirdi. Oysa şu anki durumda çalışmaya devam etmezse evde koca beklemekten başka bir şey de yapamazdı. Derin bir of çekip çantasından çıkardığı telefonundan saate baktı. Saat 18.00’de iş yerinden çıkacaktı ve daha iki saat süresi vardı.

                Mithat bey de Mağazanın arka tarafındaki masasına kurulmuş çekmeceleri tek tek açarak birşeyler arıyordu. Bir an durup masasındaki telefonun ahizesini kaldırarak birkaç tuşa bastı. Birkaç saniye sonra,

“Oğlum Berke, bizim dükkana iki puaçayla iki de nescafe getiriver hadi.” Dedi ve ahizeyi biraz sertçe yerine koydu. Bir iki dakika sonra kapı açıldı ve Berke elinde tepsiyle içeri girdi. Önce Mithat beyin yanına giderek bir fincan nescafe ve puaçayı masasına bıraktı. Dönüp çıkarken Duygu’nun da masasına bir nescafe ve puaça bırakarak;

“Afiyet olsun, kolay gelsin.” Diyerek çıktı gitti.

                Mithat, puaçasını yiyip kahvesini yudumlarken geçmişin getirdiği geleceği zihninde sorgulamaya başladı. İnsanları mağazasına çekecek bir yol arıyordu. Biraz sonra sokaklar daha da kalabalıklaşacaktı. Hafta içi her gün bu saatlerde okullar dağılıyor, sonra işyerleri devlet memurları için kapanıyor ve esnaflar ihtiyaç sahiplerini daha dikkatli beklemeye başlıyorlardı.

“Mithat abi!” diye seslenen Duygu’nun bakışlarını birden üzerinde hissederek irkildi Mithat. ‘Ne var’ der gibi yüzüne baktı Duygu’nun.

“Pardösüleri, montları olmasaydı gelirdi millet buraya. Buna yönelik bir şeyler bulmamız lazım bence.” Dedi. Mithat ayağa kalkıp mağazanın içinde iki tur attıktan sonra aceleyle masasına geçti. Çekmecesinden bir şey alıp koltuğunun arkasına astığı kendi pardösüsünün cebine koydu. Sonra yine  aceleyle pardösüsünü sırtına geçirip kapıya yöneldi. Duygunun şaşkın yüzüne bakarak;

“Ben çıkıyorum. Sen de her zamanki gibi 18:00’de kapıyı kilitler çıkarsın. Hadi görüşürüz, yarın satışlar artacak gör bak.” Diyerek hızlı adımlarla uzaklaştı.

                Eliyle cebini yokladı. Çekmecesinden aldığı küçük çakıyı cebinde açarak avucunun içine yerleştirdi. ‘Çok keskin bir çakı, dikkatli olmalıyım.” Diye düşündü. İlk gördüğü kalabalığın içine daldı. Acelesi varmış gibi insanlara çarpa çarpa ilerliyordu. Bulduğu ilk alt geçitin  merdivenlerine yöneldi. Yine aceleyle hareket ediyor ve insanlara çarparak yürüyen merdivenlerden aşağı iniyordu. “Kardeşim ne acelen var, görmüyor musun merdiven zaten hepimizi götürüyor.”

‘Yavaş ol birader biraz.”

Gibi seslenmelere kulak asmıyor, kimisine de sadece,

‘Kusura bakmayın acelem varda…’ diyerek geçiştiriyordu.

İki saat boyunca kalabalık sokaklarda aceleyle gezinmiş, daha önce geçtiği sokaklardan, yaya geçitlerinden, merdivenlerden ve duraklardan tekrar tekrar geçerek aradığı bir şeyi bulamamanın verdiği telaşla gerisin geriye dönüp duruyordu. Saat 19.30 civarı tekrar kendi mağazasının önüne gelip durdu. Önce camdan içeriye baktı ve içerde kimsenin olmadığını görünce cebinden anahtarını çıkardı. Hızlıca içeri girerek elindeki çakıyı tekrar çekmeceye koydu. Masasının yanındaki sehpanın üzerinde duran kahverengi deri çantasını alarak tekrar oradan ayrıldı. Yan sokağa girerek beyaz bir sedanın yanında durdu. Elindeki araba anahtarının üzerindeki düğmeye basarak kapıları açtı ve şoför koltuğuna yerleşti. Biraz önceki aceleci adamdan hiç eser yoktu üzerinde. Sakince aracı çalıştırarak şehrin trafik keşmekeşliği içinde evine kadar bir türkü radyosu eşliğinde ulaştı.

                “Hoş geldin bey” diyen hanımına ‘hoşbulduk canım’ deyip pardösüsünü vestiyere astı. Çantasını da vestiyerin yanına bırakarak;

“Hanım, çok yoruldum bugün. Hemen yemek yiyip uyumak istiyorum.” Dedi. Yarım saat içerisinde yemeğini yiyip yatak odasının yolunu tuttu. Karısına dönerek;

“Sabah beni erken kaldır. Bir duş alıp öyle işe gideceğim. Haydi iyi geceler.” Deyip kendini yatağa attı.

                Sabah duş aldıktan sonra eşinin hazırladığı kahvaltı sofrasına oturdu. Bir yandan kahvaltı yaparken bir yandan da hanımına seslendi:

“Yahu kahvaltıya gelsene, bilirsin yalnız kahvaltı etmeyi sevmiyorum” Karısı;

“Tamam şu senin pardösünü diktim de geliyorum şimdi.” Dedi ve kahvaltı masasına oturdu.

“Pardesünün arkasında bir karışa yakın bir kesik vardı. Nereye taktıysan resmen kesilmiş, ben diktim ama artık yeni bir tane alsan iyi olur bey.”

Mithat şaşkın şaşkın karısının yüzüne baktı. Yutkunarak konuşmaya başladı:

“Nasıl olur yav, olamaz böyle bir şey. Olmamalı yani…”

Karısı da bakışlarını tuhaflaştırarak bir getirdiği pardösüye, bir de kocasının yüzüne baktı.

“Al işte burada. Sırt kısmında kocaman bir kesik vardı. Tozlarını fırçalayım derken fark ettim de diktim. Yoksa kocaaa Mithat bey sırtındaki kesikle millete rezil olacaktı…”

                Mithat sağ eliyle çenesini sıvazlarken pardesüsünü de alıp giyindi. ‘Akşama görüşürüz, bgirşey istiyor musun?’ diyerek çıktı. Karısı arkasından ‘balık al balık’ diye seslendi.

Mağazaya geldiğinde Duygu çoktan gelmiş ve yerinde oturuyordu. Mithat Duygu’ya selam vererek kendi masasına geçti. Önce çekmecesindeki çakıyı kontrol etti ve ‘Nasıl olur yahu’ diye kendi kendine mırıldandı. Duygu elindeki telefonun ekranına bakarak hafif hafif gülüyordu ki kapı açılarak içeri bir ihtiyar girdi. Sağa sola bakındıktan sonra Mithat beye;

“Selamün aleyküm, ustan yok mu oğlum?” dedi. Mithat bey meraklı gözlerle ihtiyarı süzerek;

“Aleyküm selam amca, hoş geldin. Hangi ustayı soruyorsun?”

“Senin babandı galiba. Terzi Hacı vardı burda.”

“Evet amca. Benim babamdı ama terziliği bıraktı, iki yıl oldu.”

“Tüh, şunu diktirecektim yiyenim yav.” Diyerek elindeki naylon çantayı uzattı Mithata.

“Bu neki amca?” diye sordu Mithat. Bir yandan çantayı alıp içine baktı. Siyah bir pardösü vardı içinde. Adam pardesünün bir yerini eliyle göstererek;

“Aha yiğenim. Dün akşamınan eve giderken ne olmuş nereye takılmışsa arkası kesilmiş bunun.”

Mithat ikinci bir sürprizle karşılaşmanın şaşkınlığıyla adamın yüzüne baktı;

“Amca, iyice eskimiş bu zaten. İstersen yeni bir pardösü verelim sana?”

Adam kendilerine bakan Duygu’ya dönerek;

“Aha şu kız gibi bir kızım var evde. Devlet memuru… O da yenisini alalım dedi. Ben diktireyim dedim amma illa da ben şu yeni açılan AVM’den alırım akşama dedi.”

Adam Mithat beyin elinden poşetini alıp çıkarken;

“En iyisi yenisini almak galiba, hadi hayırlı işler.” Dedi.

Mithat ise iki eliyle saçına pembe bir taç takmaya çalışan Duygu’ya öylece bakakaldı…

Mesut Hekimhan

mesuthan@gmail.com

Related posts

Leave a Comment