TEZENE DİYARI

On beş yılın hayalimde eskitemediği şehre gidiyor olmak belkide dudaklarımda, geçen kıştan kalan acı gülümsemenin en sıcak yanı oluyordu.

Yeniden yapılmış ve gidiş-dönüş olarak ikiye bölünmüş yollarda ilk defa yolculuk ediyordum. Hem bindiğim otobüsün yeni model ve konforlu olması hem de yoldaki asfaltın kalın ve kaliteli yapılmış olmasından olacak hayli rahat bir yolculuk geçirdim. Otobüs değil de yol yavaşlayıp hızlanıyordu sanki gözlerimde.

Kesik beyaz çizgileri takip ederken anılarım beynimde tozu dumana katmaya başlamışlardı bile. Acaba eskisi gibi bulabileceğim ne kalmıştı…

Mucur’da yolcu almak için kısa bir süre beklerken çevreyi “Acaba tanıdık bir simaya rastlar mıyım?” diye bir süre izledim. Mucur sanki yeni biten kışın yorgunluğunu üzerinden atamamış gibi cansız ve bir o kadar da soğuk göründü gözüme. Ağaçlar, binalar, sanki değişen hiçbirşey yoktu Mucurda.

Mucurdan ayrılalı on beş dakika henüz geçmişti ki Kırşehir şirin yüzüyle görünmeye başlamıştı bile. Otobüsten inerek servisin şehir merkezine girmesini ayrı bir heyecan ile beklemeye koyuldum.

Şehre girerken yeni bir şehir beni karşılıyordu. Heryer yeni binalarla donatılmıştı. Kır yüzü şehirli olmuştu adeta Kırşehirin.

Bir anda “Uğur Mumcu” anıtını görünce eski bir dostumu görmüşçesine sevindim. Parmakları arasında kalem tutan bir heykeldi bu. “Basın Anıtı” da diyorlardı bu heykele ve sözün gücünü haykırırken, insan hayatının önemli olduğu imzasını atıyordu sanki şehrin giriş sayfasına.

Yine sembol haline gelmiş olan Muharrem Ertaş adına yapılan “Ozan Anıtı” heykelini ne zaman görsem gülümsetir beni. Ozanlar diyarı şirin Kırşehiri bilmeyen bir dostum Muharrem Ertaşı da tanımadığından olacak “İlk defa Atatürk’ün saz çalan heykelini görüyorum.” Demişti.

Yeni yapı binalar arasında “anılarıma dokunmayın, çekin o çimento kokan ellerinizi üzerimden…” diye feryad eden birkaç küçük bahçeli ev kalmıştı şehrin silüetinde. Biraz daha dikkat edince pencerelerinde perdeler olmadığını ve bahçelerinin de bakımsız olduğunu gördüm. İdam sehpası kurulmuş birer mahkum gibiydiler. Anılarla dolu nice yaşamların bir bir yüksek binaların temellerine gömüldüğünü hissederek acılarıma bir düğüm daha attım.

Şehrin kalan kısımlarını yürüyerek yeniden keşfetmek istedim. Makyaj yapmış eski binalar gözümden kaçmadılar, hele eskiden oturduğum Petek apartmanı ne kadar makyajlansa da aynı yeşil beyaz rengini muhafaza ediyor olması hiç değişmemiş hissi uyandırdı bende. Şöyle bir önünden geçerken hafifçe içeri doğru süzüldüm. Ama hayal kırıklıklarımın artmaması için tekrar döndüm yoluma. Zemin katta oturduğumuz ev ve komşu evler büro ve dükkan haline dönüştürülmüşlerdi.

Şehrin merkezine yaklaşırken babamın yıllarını ve emeklerini harcadığı Esen pasajını ve ağabeyimin ilk avukatlık bürosunun bulunduğu Yeni iş hanını gördüm. “Sanırım sahipleri parayı dert ettiklerinden hiç bakmamışlar buralara” diye geçti içimden. Ne yenilikten ne de makyajdan nasiplenmemişlerdi. Belki de anılar engel olmuştur onlara.

Neden meraklı gözlerle etrafı incelediğimi anlamaya çalışan bakışların arasından geçerek Atatürk’ün meydanda yer alan heykeliyle buluştum. Meydandaki orta noktaya yerleşen bu heykel sanki Kırşehire şaha kalkmış atı üzerinden Mustafa Kemal’in sesiyle “Hadi kalk ayağa…” diyordu.

Köşeye bağdaş kurmuş postane binası eskiden arkadaşlarla buluşma noktamızdı. Tabi teknoloji olmadığı zamanlardı bunlar. Şimdi en acemimiz bile navigasyon adı verilen teknoloji sayesinde rahatlıkla yer ve yön bulabiliyoruz.

Merkeze kadar olan yer Ankara caddesi, sonrasında  Terme caddesi başlıyor. Eskiden şehrin zenginleri Ankara caddesinde, avam kısmı ise Terme caddesinde otururmuş. Tabi benim yaşadığım dönemlerde bu tür anlayışlar artık yıkılmıştı.

Asıl meraklandığım ve kavuşma heyecanını içime sığdıramadığım şey çocukluğumun geçtiği mahalleyi tekrar görebilmekti. Terme caddesinden üniversiteye doğru yürüdüm. Bir yandan eski günlerimin ve mahallemin anılar filmini  beynimin arka planında oynatırken bir yandan da yeni Kırşehirle tanışmaya devam ediyordum. Kazılmış yollar ve toz toprak içindeki çevre Kırşehirin değişmeyen klasiği olmuştu, şehirden uzaklaşmış bir hali vardı yolların.

Kafeler, kitabevleri derken halk arasında kubbesinin parlak metal yapısından dolayı “Teneke camii” denilen Sanayi camisini de eski haliyle karşımda buluverdim. Eski sanayi bölgesini de geçince üniversite önüne gelecek ve ana yol üzerinden eski mahalleme ulaşacaktım. Tabi üniversitenin büyüdüğünü ve ana yolu da alarak kampüsüne kattığını öğrenince bir sokak ilerdeki yolu tercih etmek zorunda kaldım. Bu yol üzerinde “Mescid-i Aksa Tatbikat Cami” adında ve sarı-lacivert renklerinden dolayı herkesin “Fenerbahçe camisi” dedikleri cami vardı. Aslında İmam-Hatip okulunun bahçesinde yer alıyordu ve okulun bir parçasıydı bu cami. Okulun bahçesinde filesiz kale direkleriyle toprak bir futbol sahası vardı. Şimdi baktım ama sanırım o saha da maziye karışmış tıpkı köşe başındaki Salih amcanın bakkalı gibi. Değişen yollar ve çevre anılarımla çatışmaya başlamışlardı bile. Habibe teyzenin bahçeli evini de geçince hayvan pazarı içinde yer alan lojmana, yani çocukluğuma ulaşacaktım. Tabi ne Habibe teyzemin evi ne de yanındaki cevizli bahçesi olan ev yerinde durmuyor yerinde yeller de esemiyordu yüksek binalardan. Kendi kendime güldüğümü yanımdan geçen ve nerdeyse her Kırşehirli gibi esmer olan bir çift göz hatırlattı bana. Başımı sallayarak selam verip hayvan pazarını çevreleyen duvarları aradım, yoktu. Yolun sol tarafında Mustafa amcanın evi ve doyasıya çağlalarını yediğimiz bahçesi olmalıydı. Şimdi rahmetlinin evi bizim yolla birleşen ana yol haline gelmişti. Vay çocukluğum benim.

Gözlerimi sağ tarafa çevirmekten korktum. Sarı, yer yer dökülmüş sıvalarıyla bizim apartman ve çevresinde yer alan hayvan pazarı demirlerini görememek…

Mahalle arkadaşlarımızla her gün top oynadığımız yerlerdi buralar. Pazarın bitişinde toprak bir yol vardı ve burada buz gibi sularıyla hepimizi şerbetlendiren bir pınar akıyordu hiç durmadan. “Paşa Pınarı” ve “Kara Çeşme” de diyorlardı bu pınara. Pınarın suları da küçük bir dere halinde arka sokaklar diyebileceğimiz kısımlarda yer alan kavaklıkları ve meyve  bahçelerini suluyordu.

İstemsizce sağıma döndüğümde tüm anılarımın ekinler gibi tırpanlandığını, mazimin kökünden söküldüğünü ve çocukluğumun üstüne bir çivi çakıldığını hissettim. Koskoca binalar yok olmuş yerine yüzme havuzu yapmışlardı. Gözlerimi boş boş çevrede dolaştırdıktan sonra bahçelerin de betondan yapılmış kazıkları andıran binalarla dolduğunu gördüm. Yaşam alanları çoğalmış ama oyun alanları azalmıştı. Kara Çeşmenin nasıl yok edilip üstünün kapatılarak yol haline dönüştürüldüğünü ise hala aklım almıyor. Belki de hangi tarihten kalan bir yapıydı, kimler burayı bir durak edinmişlerdi  diyerek vicdanım beni dürtüklüyor.

Anılar yumağını geriye doğru sararak yeni Kırşehir’in yeni yollarından çarşıya doğru dönme ihtiyacı hissediyorum. Kendimi bir an önce Cacabey camisinin huzur veren kollarına atmak için adımlarımı hızlandırıyorum. En azından tarihi eser olması hasebiyle dokunulmamış hatıralar bulma ümidiyle geriye dönüp son kez canlandırıyorum hayallerimi eski mahallemde…

Şehrin meydanında yer alan bu tarihi doku Selçuklulardan kalma bir eser. Cacabey Ahî Evranbın ölümüne sebep olan bir Selçuklu beyi olarak bilinir buralarda. Yaptırdığı külliyeden kalan tek parça bu cami…

İkindi güneşinin sarılığını gönüllere sunan rengiyle sımsıcak karşılıyor bizi Cacabey… Şimdilerde yeni yapılan camilerin kapıları demirden ve kendisi gibi karşılaması da soğuk oluyor insanları. Atalarımız bilerek mi yaptılar acaba diye düşünmeden edemiyorum.

Sanırım tüm tarihi camilerimizde olduğu gibi buranın da kapıları ahşap ve kalın bir yapıya sahip. Ağırlığını kapıdan hissettirmeye başlıyor desek yalan olmaz.

Selçukluya özgü geometrik şekiller ve lale motifleriyle süslenmiş dış cephenin dört köşesine oturmuş olan şekiller ilk bakışta fazla dikkat çekmiyor. Dikkatli gözlerle bakıldığında ise her köşede bir füze şekli sarıyor camiyi. Bir köşede yerde duran, diğerinde havada, bir diğerinde yan dönmüş diğeri de sanki tekrar inen bir füzeyi andırıyor caminin dört yanında.

Minarenin taşları tek tek sökülmüş ve yeniden yapılmamış gibi bir çalışma dikkatimi çekince cemaatten birine sordum. Söylediğine göre tadilat işlerine bakan mütahit minarenin temelinde altın bulmuş ve işeri yarım bırakıp kaçmış buralardan. Şimdi yeniden yapılmayı bekliyor  öksüz minare.

Külliyenin diğer binalarının olması gereken yerde büyük bir park var şimdi. Tabi insanların dinlenmeye de hakları olmalı.

Caminin girişinde her camide olduğu gibi küçük bir bölüm var ve ayakkabılar buralardaki raflara konuluyor. Cemaatin namaz kıldığı bölüme geçince sol arka tarafa düşen yerde küçük ve alt kısmı geniş bir huniyi andıran bir havuz var. Cemaatin çoğu bu havuzun hangi amaçla yapıldığını bilmiyor. Yukarı baktığınız zaman ise bu küçük havuzun üstünün açık ve gökyüzüyle buluştuğunu anlıyorsunuz. Evet gökyüzünü ve gök cisimlerinin hareketlerini izlemek amacıyla kurulmuş bir medresede uyanıyor bilgileriniz. Havuz üzerine düşen yıldızlar ve diğer gökcisimlerinin ışıkları  sürekli harita edilerek takip edilirdi burada. 1952 veya 53 yılında Amerikalı ajanlar bu medresede yer alan tüm el yazması eserleri çalmışlar ve götürmüşler buradan. Acaba diyorum uzaya ve aya gidilmesine sebep olan bilgilerin kaynağının buradan çalınan eserler olduğunu kaç kişi biliyor ?…

Selçukluların taş ile ördükleri bu yapının günümüz badana teknikleri ile boyanmış olması tarihi dokuya uygun olur mu diye düşündüğüm zamanlar olsa da elimden bir şey de gelmiyor maalesef. Harcına yumurta akı karıştırılmış ve suya dayanıklı yapılmış tüm duvarları caminin.

Yan taraflarda bulunan küçük medrese odalarında artık sadece namaz kılanlar ve kitap okuyanlar bulunuyor şimdilerde. Bu bölümlere girerken boyu bir buçuk metreyi geçmeyen ve uzunluğu da yaklaşık bir metre olan küçük bir koridordan geçiyorsunuz. Duvarların kalınlığı dışardan gelebilecek seslerden etkilenmeyi azaltıyor bu kısımlarda. Sanırım atalarımızdan kalan edep mirasından birisi de bu. İlim öğrenilen odaya herkes başı yerde girmek zorunda …

İster içinde olun isterseniz dışından seyredin, gönlünüzü burkan bir huzur kaplar. Umutlarınız keşkelerle birleşir, “Ah!” Dersiniz Ahî olursunuz Kırşehire…

Mesut Hekimhan

Eğitimci Yazar

Related posts

Leave a Comment