BOZKIRDA TÜRK MUMYALARI“Mumyalanmış Tarihimizi Tekrar Canlandıracağız.”BOZKIRDA TÜRK MUMYALARI

Tarihin bir tek sayfasından Türk milleti çıkarılmaya kalkışılsa ortalıkta tarih diye bir şey kalmaz. Siyasî tarihin yanı sıra kültür tarihi de Türk milleti olmadan yarım kalır. Türk bilim insanları, Türk icatları, Türk müzikleri, Türk yemekleri…

Bir çok konuda Türk milleti öncü bir millet olmasına rağmen sırf tarihte ön plana çıkarılmasınlar diye özellikle gizlenmeye çalışılmaktadır. Türk piramitleri, Türk mumyaları, Türk bilim insanları onlarca örnekten bir kısmını oluşturur.

Mumyacılık, Türklerin bilip kendine özgü yöntemlerle uyguladığı ve taklit etmediği bir gerçektir.

Eskiden Türkler de ölülerini mumyalardı. Ancak, zannedilenin aksine, ölünün iç organları çıkartılmazdı. Bir takım usullerle kurutulan cesed, asırlar boyu bozulmadan kalırdı.

Mumya, Farsça, bitüm (zift) mânâsına gelir. Sonra bu madde ile tahnit edilmiş cesed mânâsına ve mûmiyye şeklinde Arapça’ya geçmiş. Buradan da Yunanca’ya, sonra da Fransızca (momie) ve İngilizce’ye (mummy).

Lisanımızda cesedin muhafazası için yapılan muameleye ekseri tahnit denir. Tabirin kökü olan hanût, cenâze teçhizinde saç ve sakal arasına konan, çürümeyi geciktirici kokulu bir maddedir. Sandal, kâfur ve benzeri bitkilerden oluşur.

İnancımızda ölünün uzun zaman çürümemesi makbuldür. Bunun için yıkandıktan sonra nem bırakılmaz. Rutubetten uzak, kuru ve derin bir mezara gömülür. Toprak nemli veya gevşek olursa, tabut ile mezara koyulur. Ölü yıkanırken kullanılan sidr (köknar ağacı) ve kâfur gibi maddeler, haşeratı uzaklaştırarak çürümeyi geciktirir. Buna rağmen hiç çürümemiş cesetleri, gömüldüğü toprak ve iklim ile izah etmek mümkündür.

Türkler arasında, bilhassa ileri gelenlerin ölülerinin tahnit edilmesi adeti vardır. Âhiret hayatına inanan Hunlar, önemli şahsiyetleri kişisel eşyası, silahları, hatta atları ile beraber kendilerince tahnit edip, bozulmaya dayanıklı yerlerde (kurganlara) gömerlerdi.

Bu adetleri takip eden Selçuklulara ait bazı bozulmamış cesedler yakın zamanda bulunmuştur. Hatta Selçuklularda mumyalama için vakıf bile kurulmuştur. Kayseri’de Melik Gazi, Kemah’ta Melik Mengücek, Kastamonu’da Aşıklı Baba, Harput’ta Arap Baba, Niksar’da Sungur Bey ve Konya’da Sahib Ata türbelerindeki mumyalı cesedler, bu devirden kalmadır.(Kemah Sultan Melik Türbesi-Kayseri Melikgazi Türbesi)

Türklerin uygulamalarının antik çağdaki mumyalama ile alakası ve benzerliği yoktur. Acaba ölünün ahşâsı (iç organları) çıkarılarak ayrı bir yere gömülüp; sonra cesedi mumyalanıyor muydu?

Bizanslı tarihçi Dukas, Edirne’de vefat edip ölümü 40 gün gizlenen Çelebi Sultan Mehmed’in iç organlarının önceden Edirne’ye gömüldüğünü ve bir mirra (reçine) ile ovulan bedeninin sonradan Bursa’ya nakledildiğini söyler.

Venedikli seyyah Angiolello da Fatih Sultan Mehmed’in saraydan uzak vefat eden oğlu Mustafa’nın cesedinin açılıp iç organlarının çıkarıldığını, içinin bal ve pişmiş arpa ile doldurulduktan sonra ziftle sıvanmış bir tabuta yerleştirildiğini, iç organlarının ise yıkandıktan sonra tuz dolu bir kutuya konduğunu anlatır.

Sultan 2. Murad’ın, kendisinin toprağa gömülmesine dair vasiyeti, mumyalamaya karşı bir reaksiyonun eseri midir? Nitekim iki katlı Selçuklu ve Osmanlı türbelerinde, ölünün çürümesini önlemek için küçük pencere ve ızgaralarla hava cereyanının sağlandığı cenâzelik (crypta) denilen alt kata cesed konur.

Fatih Sultan Mehmed, bir sefer esnasında Gebze’de vefat etmiş; cenazesi Şehzâde Bayezid’in gelişine kadar 15 gün civarı bekletilmek zorunda kalınmıştı. Baltacılar kethüdası Kâsım’ın yazdığı ve Topkapı Sarayı arşivindeki bir belgede şöyle diyor:

“Ol halde hünkâr vefat müteveffâ oldu; üzerimde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım, kapıcılar kethüdasına söyledim. Ol dahi İshak Paşa’ya söyledi. Emreylediler, mum yaktım. Râyihası evcinden kimse yanına varmadı. Ben fakir, usta ile bilece içini ayırtladım.”

Bazı tarihçiler, Sultan Fatih’in cenâzesiyle alâkalı olduğu düşünülen vesikayı yanlış okuyup, padişahın cenâzesinin hengâmede unutulduğunu; üstelik kokuşup kimsenin yanına varamadığını bile söylemiştir.

Halbuki 3 gün 3 gece mum yakmayan Kâsım’dır; sebebi de üzüntüsüdür.  Ayırtlamak, yıkamak demektir. Tütün çubuğu, kuyu ayırtlanır. Kâsım’ın yaptığı, iç uzuvlarını çıkartmak değil; tekniyye yoluyla bağırsaklarını temizlemektir. Râyiha ise, ölünün değil, na’şa tatbik edilen güzel kokulardır.

Evliya Çelebi, kendisinden bir asır evvel vefat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın iç organlarının çıkarılıp, Zigetvar’a bir yüksek tepede gömüldüğünü; cesedin ise, misk, amber ve tuz ile salamura şeklinde mumyalandığını anlatır. Gelibolulu Âli de cesedin balmumu sıvalı misk ve amber emdirilmiş temiz kumaşla örtülüp götürüldüğünü; iç organlarının ise gizlice Zigetvar’ın karşısına gömüldüğünü söyler. Halbuki bu sefer sırasında orada bulunan tarihçi Selânikî, bu konuda hiçbir şey söylemez. İşin esası şudur: Sultan Kanuni’nin cesedi, babası Sultan Selim gibi, gizlice çadırın altındaki muvakkat mezara gömülmüştür. Nitekim Selânikî, Peçevî ve Müneccimbaşı da böyle söyler.

Edirne’de vefat edip cenazesi İstanbul’a getirilen Sultan 2. Süleyman’ın na’şının nasıl tahnit edildiği ve kullanılan maddeler arşivde saklanan belgelerde anlatılmıştır. Şu halde padişahların iç organlarının çıkarıldığını söylemek, doğruluğu ispatlanamayan bir bilgiyi tekrarlamaktan başka bir şey değildir.

Dukas ve Angielello’nun sözleri de, antik çağ mumya tekniğine ait bilgileri çerçevesinde bir yakıştırma olabilir. Mısır’da eğitim görmüş Konyalı tabib Hacı Paşa, 1380’de kaleme aldığı Şifâü’l-Eskâm kitabında mumyalama tekniğini uzun uzun anlatır; ama iç organların çıkarılmasından söz etmez.

Tahnit, mumyalama değildir. Cesede, çürümeyi geciktirici maddeler tatbik etmektir. Bazen de cesed buz içine yerleştirilir. Modern tahnit usullerinden de anlaşıldığına göre, Türkler, ölünün iç organlarını çıkartmıyor; ancak cesedin kurumasını temin için bir takım usuller tatbik ediyorlardı. Cesed kuruyor; taaffün etmiyor; kuru ve havasız bir yere defnedilerek de uzun yıllar muhafazası temin olunuyordu.

Bal, cesedi koruyucudur. Suçluların kesik başları, teşhis için içi bal dolu kıl torbalarda taşınırdı.

Amasya Müzesi’nde 14. asırdan kalma 6 mumya vardır. Bunlardan biri İlhanlı Vâlisi Hülagu’nun torunu Anadolu komiseri Cumudar’ın, diğeri İlhanlıların Amasya Emiri İşbuğa Noyan’ındır. Diğerleri Selçuklu veziri Pervâne ile câriyesi ve biri erkek iki çocuğuna aittir. İlk ikisi Burmalı Minare bitişiğindeki türbeden; diğerleri Fethiye Câmii mahzeninden 1925’te alınmıştır. Selçuklu mumyaları açılıp hava ile temas edince bozulmaktadır. Kemah’ta Melik Mengücek’e ait mumya 1110’dan 1926 senesine kadar bozulmadan aynı kalmış iken; gelene-geçene üç-beş kuruş için gösterildiğinden bozulmuş haldedir.

Şimdi tarihe farklı bir yön verecek bilgiyi de paylaşalım;

Türk Kraliçesi

Lolan Güzeli, Lolan Prensesi, Lolan Kraliçesi

3800 Yıllık Mumya

Çıkık elmacık kemikleri, yarı açık gözlerindeki uzun kirpikleri düzgün biçimde korunmuş ve çok iyi durumdaki uzun saçları omuzlarına düşüyor.

Beauty of Xiaohe, yani “Xiaohe’nun Güzelliği”

Doğu Türkistandaki Tarım Havzası’nda bulunan onlarca mumyadan sadece biri. Mumyanın özelliği, bulunduğu bölgede Çinlilerden çok önce yaşamış olması ve görünümüyle Orhun Türklerine benzerlik göstermesi. Bu iki unsur, Çin’in bulunduğu topraklardaki ilk yerleşimcilerin Çin’li olmadıkları teorisini ortaya atıyor. Ayrıca bulunan diğer tüm mumyalarla birlikte çıkan eşyalar da tamamen Türk varlığını ispatlıyor.

Şimdi yine yeni ve yeniden tarihimize sahip çıkmaya davet ediyorum herkesi…

Türk piramitleri, Türk bilim insanları, Anadolu ve Mezopotamyadaki Türk devletleri gibi onlarca konu sahip çıkılmasını bekliyor.

Tarihin çınarlarını tekrar yeşertecek bir gelecek ümidiyle…

Mesut Hekimhan

Eğitimci Yazar

mesuthan@gmail.com

Related posts

Leave a Comment