GÖNÜL KUŞUMUZ

            Salgın sebebiyle içinde bulunduğumuz mübarek ramazan ayını iki yıldır gönlümüzce geçirememekteyiz. Haliyle, özellikle gündüzünden çok iftarla sahur arasına denk gelen gecelerinin eş, dost, arkadaş ve akrabalarla renklendirilmesini de yaşayamıyoruz. Bu buruklukla sürdüğümüz şu günlerde an oluyor bir şiir, bir şarkı dilimize dolanıveriyor ve bizi bulunduğumuz ortamlardan alıp başka diyarlara götürüyor. Bugün dilimize dolanan o şarkılardan biri de güftesi Osman Nevres’e, bestesi Tanburi Ali Efendi’ye ait hüseynî makamındaki “ Senden bilirim yok bana bir faide ey gül / Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül” şarkısıdır. Şarkıyı hele bir de taş plakta Müzeyyen Senar’dan dinleyince artık kendimizi şarkı başlamadan önceki ortamda bulmamız mümkün olmuyor. Ta ki “Beyhude yere ah u figan eyleme Nevres / Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül” mısrası ile nihayete erinceye kadar…

         Kadim kültürümüzün en eski vakitlerinden beri kuşlar, bizim dünyamızda bir hayvandan öte canlılar olarak anlamlandırılırlar. Sanki onlar, hayvan olmaktan öte bir yücelikle, bir erdemlik ve hatta ulviyet taşırlar. Öyle ki eski Türklere ait mitolojik resimlerde, şamanların ya bizzat kuş kanatları veya da başlarında kuş maskesi bulunur vaziyette tasvir edilmeleri, elbiselerinde kuş tüyü ve kuş kanadının bulunması atalarımızın kuşlara verdiği önemi göstermesi açısından önemli birer örnektirler. Selçuklulardaki çift başlı kartal tasviri; yine Osmanlılarda gücü, kuvveti ve egemenliği sembolize eden kuş motifi de onlarında kuşlarla yakınlıkları sebebiyledir. Rivayete göre Osmanlı’nın remzi de Hüma kuşudur ve hümayun kelimesi de buradan türemiştir. Velhasıl Türk medeniyeti kuşlara belki her milletten daha fazla önem vermiş, onları gerek kültüründe, gerek sanatında, gerekse folklorunda adeta bir şaman kutsallığında her daim yad etmiştir.

         Bu kuşların onlarcası Türk şiirine de konu olmuştur. Bizzat görüp bildiğimiz kuşlar dışında yalnız hayal âlemimizde var olan ankâ, hüma, kaknüs ve musikâr gibilerini de saydığımızda şiirimize konu olanlarının sayısı da artmaktadır. Bu mısralara göz attığımızda dünyanın en büyük hayvanat bahçelerinde göremeyeceğimiz kadar çok sayıda kuşla karşılaşırız: Bir yıl erkek bir yıl dişi oldukları söylenen çaylaklar; erkeğinin rüzgârla gelen sesiyle hamile kalan keklikler, yaşlı anne ve babalarına yiyecek taşıyan turnalar; doyma hissi yoksunlukları sebebiyle ölçüsüzce yiyip havalanmakta güçlük çeken akbabalar; su kenarlarında yaşıyor olmalarına rağmen biteceği korkusuyla suya dokunamayarak kavrulmayı seçen,  edebiyatımızda bûtimar diye bilinen balıkçıllar; hırsız oldukları inancıyla kondukları  damlardan bile kazma kürekle kovalanan saksağanlar; söylediği her kelime karşılığında taltif edilmeyi bekleyen papağanlar; tevazulu duruşuyla sığındıkları viranelerden ibret nazarıyla bakan baykuşlar; ehlileştirilmelerine rağmen hızlarıyla sahiplerini dahi şaşırttıkları için bileklerine ziller takılan alıcı kuşlar; ya bir gönül sızısı yahut devlet yazısı taşımanın gururu ile uçan postacı güvercinler; kendi kanat çırpışı ile tutuşturduğu alevler içerisinde yanan, yandıktan sonra küllerinden yeniden var olan kaknüsler ve daha niceleri…

         Bütün bu hengâmenin içerisinde küçük, çelimsiz vücudu ve sıradan özellikleriyle aslında pek de dikkat çekmemesi gereken bülbülün ise diğer bütün kuşları kıskandıracak derecede farklı ve özel bir yeri vardır. Bunun sebebi de şiir dünyamızın bütün beşeri ve ilahi cazibesini kendisinde toplayan çiçeklerin ecesi gülün, her ne kadar kendisi itiraf etmese de gönlünü ona kaptırmış olmasıdır. Çevresinde kumru, güvercin, üveyik, ibibik ve kuyruksallayan gibi boylu poslu ve de alımlı hayranları varken gülün bülbüle gönül vermesi ancak kısmetle açıklanacak gibi değildir. Bu bir medeniyetin sinelerde gizlenen anlayışının tezahürüdür. Büyük bir beceri ve sabırla ardında o kadar çok detayı ve duyguyu yığdığımız bu kuş, artık özlemlerimiz, sevdalarımız, hüsranlarımız, iç burkuntularımız, yürek kabarmalarımız ve bir türlü yapmaya cesaret edemediğimiz çılgınlıklarımız kadar bize yakındır. Âşkın Türkçe olarak anlatıldığı hiçbir metin yoktur ki bu biçare kuşun feryadını duyurmamış, ayak izlerine rastlamamış olsun. Onun sayesinde biliriz ki “Kıyamet kopmayınca kıssa-ı âşk tamam olmaz.”

         Yaprakları dökülmüş ağaçlarda, çalılıklarda, su kenarlarında yaşayan ve Türklerin ilk zamanlarda sandavaç, Araplarda andelib, Farslarda da bülbül, hezâr âvâ, şebhân gibi isimlerle andığı bülbülün büyük bir şöhreti vardır. Bu şöhreti de biricik meziyeti olan yakıcı ötüşüdür ve bu ötüş ona cesaretinin ve sadakatinin hediyesi olarak verilmiştir. Rivayet edilir ki Nemrut’un Hz. İbrahim’i ateşe attığı sıra yanında bulunan kuşlardan yalnız bir tanesi geri dönmemiştir. Büyük bir teslimiyet ve cesaretle Allah’ın elçisine eşlik etmiştir. Bu tavrı ödüllendirmek istendiğinde de kendisinin Allah’ın bin isminden yalnız yüz tanesini bildiğini ve diğer dokuz yüzünü de öğrenmek istediğini dilemiştir. İşte o günden sonra bülbül, kutlu bilginin sarhoşluğu ile o yakıcı sesini bizlere haykırmaya başlamıştır.

         Gönül dünyamızın müstesna kuşu bülbülün yeryüzünde âşk var oldukça feryadı dinmeyecektir. Dünya yüzeyinde tek bir âşık kalmayana kadar haykırışı yol bulup gönlümüze düşmeye devam edecektir. Edebiyatımızda Vamık u Azra, Yusuf u Züleyha, Hüsnü Nigar, Süheylü Nevbahar ve Leyla vü Mecnun gibi mesnevileriyle bilinen 16. yüzyıl şairlerimizden asıl adı Ahmet Sinan Çelebi olan Behişti’nin dediği gibi:

                  “Andelib âh eder ağlar, gül ana hande eder!

                   Böyle gelmişdür ezelden bu cihân böyle gider.”

                                                                                              -Fatih KUTLU-

(GÜNÜN TÜRKÇESİ)

Related posts

Leave a Comment