Tekâmül Yolu-1

Gece geç saatlere kadar temizlik yapıp kullanmadığı ne kadar eşya varsa hepsini geri dönüşüm poşetine atmıştı. Saat üç gibi yatmasına rağmen sabah erkenden uyanmıştı. Yeni gün, yeni başlangıçlar demekti. Dünü dünde bırakacaktı. Kullanmadığı eşyaları attığı gibi onu üzenleri de hayatından çıkaracaktı. Önce mükellef bir kahvaltı yaptı yeni başlangıçlara yakışır şekilde. Daha sonra saçını ve makyajını yaptı. En sevdiği parfümünü sıktı. Üst notalarda beyaz çiçekler, dip notada sandal ağacı ve miskten oluşan. Yeni gün, yeni başlangıç kahkahalarla olmalıydı. Bilgisayarını açıp komedi filmlerine göz gezdirdi. Filmlerin fragmanlarına baktı, yapılan yorumları okudu. Nihayet bir film’de karar kıldı. Olmazsa olmaz kahvesini yapıp filmi izlemeye başladı. Filmin jenerik müziği kaybettiği enerjisini geri kazanmasına yardımcı olmuştu. Film başlayalı on dakika olmuş ancak film’den hiçbir şey anlamamıştı. Oysa yorumlar güzeldi; müzik oldukça enerjikti.  Ancak diyalog ve espiriler aptalcaydı. İnsanlar bu saçmalıklara gülüyor olamazlardı. Beş dakika daha izleyip başka bir film açtı. Bu film öncekinden daha da saçmaydı. Üçüncü  film iyi gibiydi. Taa ki yarım saat sonrasına kadar. Yine aynı bayağılık, yine aynı seviyesizlik. “Belki de ihtiyacım olan şey gülmek değil, ağlayıp içimi boşaltmaktır” dedi parmaklarını masanın üzerinde tıklatarak.  Ne de olsa acısını tam yaşamamıştı.  İçindeki zehri akıtmadığı için yeni duygulara açamıyordu kendini. 

 Tamam ağlayıp içini boşaltmak iyi bir fikirdi ancak ağlayamıyordu. Bir kaç gündür duyguları ve düşünceleri donmuş gibiydi. Ağlayabilse zaten ilk anda ağlayacaktı. Oysa o hayal kırıklığı ve öfkeden başka bir şey hissetmiyordu.  Mutfağa gidip bir kahve daha yaptı. Bu sefer dram filmi izleyecekti. Tekrar Bilgisayar’ın başına geçtiğinde hiçbir yoruma bakmadan karşısına çıkan ilk filmi açtı. Bu film tıpkı onun içi  gibi karanlıktı. Karanlık, soğuk ve donuk. Boş gözlerle ekrana bakıyordu duygusuz ve ruhsuz bir halde.  Hayır, hayır, hayır! Gülmek istemiş gülememiş, ağlamak istemiş ağlayamamıştı.   O filmi de kapattı. Melankolik şarkılar açtı ağlayabilmek için. Ağlamak bir yana içindeki kasveti arttırmıştı şarkılar.  Uyumaya çalıştı olmadı. Kurtulmak için çabaladığı o düşünceler yine aklını esir almıştı. Yattığı yerden kalktı ve salona gitti. Perdeyi açtı sonuna kadar. Pencerenin önündeki berjer’e oturup dışarıyı seyre koyuldu. Akan trafik, elleri ceplerinde yürüyen gençler, pazardan gelen kadınlar, her şeyden habersiz uçan kuşlar…  Her şey yolunda gibiydi ya da öyle görünüyordu. Ne de olsa kendisi de dışarıdan bakıldığında mutlu ve başarılı biriydi. Ah o insanları yanıltan görüntü. Mutsuzları mutlu, hainleri dost gösteren görüntü. Uzun bir süre dışarıyı seyretti aklındaki düşünceler eşliğinde. Hani bugün yeni bir gündü. Hani her şeye yeniden başlayacaktı. Neden çıkamıyordu şu kahrolası ruh halinden? “Ne varsa kitaplarda var” diyerek kitap okumaya koyuldu. Zar zor iki sayfa okuyabildi. Ne yapsa olmuyordu.

“Neden hiçbir şeye konsantre olamıyorum. Neden her şeyi yarım bırakıyorum? Neden güvendiğim dağlara kar yağıyor” diye bağırarak koltuğun üzerindeki yastığı duvara fırlattı. Hıncını alamayıp sehpanın üzerindeki bardağa uzandı; onu da duvara fırlattı.  Bir saniye içinde bardak paramparça olmuştu. Etrafa saçılan cam kırıklarına baktı, baktı, baktı. Yerinden kalktı; yürüdü, yürüdü ve cam kırıklarının yanında bağdaş kurarak oturdu. Eline büyükçe bir cam parçası alıp “Sen dayanıklıymışsın; bak diğerleri gibi tuzla buz olmamışsın. Biliyor musun galiba ben de senin gibiyim. Kırıldım, çok kırıldım ama bak hâlâ ayaktayım. Bu dünya niye böyle sence? Başkaları beni kırdı; ben seni. Neyse ki senin canın yok. Ne yapıyorum ben böyle. Senin canın yok bunu biliyorum; buna rağmen burada oturmuş seninle konuşuyorum. Delirmenin eşiği bu olsa gerek” deyip derin bir iç çekti.

DEVAM EDECEK

Related posts

Leave a Comment